Kolpos Arzusu, Penis Arzusu ve Kastrasyon Eylemi Ödipus Karmaşası Kuramının Genişletilmesi
11/05/2022
Histriyonik Kişilik Bozukluğunun Psikodinamik ve Psikanalitik Terapisi Üzerine
22/06/2022

Histerik Karakter Nevrozundan Histriyonik Kişilik Bozukluğuna Histerinin Psikanalitik Öyküsü

Freud’dan Fenichel’e: Dürtü kaderinin karakteri

Sigmund Freud ve Josef Breuer 1895’te Histeri üzerine çalışmaları yayınladıktan sonra, 19. Yy.’ın ikinci yarısından itibaren nörolojik psikiyatrik alandaki yayınlara zaten geriye dönük bir bakış atmışlardı. Özellikle, Fransız doktorlar Briquet, Charcot ve Janet, histeri araştırmalarına asli katkıları yapmışlardı. Paul Briquet, sendromal bir açıklama denemesinde, çeşitli organ sistemlerinde ortaya çıkan birkaç tıbbi ve açıklanamayan semptom bağlamında sunduğu histeriyi kronik bir hastalık olarak tanımlamıştı (Briquet, 1859). Briquet, ağırlıklı olarak nörolojik nedenlerden şüphelenmekle birlikte, dönemin histeri üzerine büyük araştırmacısı Jean Martin Charcot, nöro-dejeneratif ve büyük olasılıkla kalıtımsal kökenler üzerinde duruyordu. Charcot, Paris’teki Salpetriere hastanesinde duyu bozuklukları, sağırlık, felçler, hareket bozuklukları, bayılmalar veya histerik kusmalar ve psödo-nörolojik semptomlar gibi dramatik bedensel semptomları olan hastaları tedavi ediyordu (Charcot, 1886). Charcot okulunun özelliği, Sigmund Frued’un o klinikte öğrenci olduğu aylarda yoğun olarak uğraştığı hipnoz tedavisiydi.

Başka bir odak noktasını ise histeri bağlamında dissosiyasyon kavramıyla travmaların bilinçli bir bölme olmadığını tanımlayan Pierre Marie Felix Janet koydu. Janet, bu dissosiyasyonları psikodinamik açıdan anlamaya çalışmadı, aksine, gerçek travmaları bilinçli yaşantılardan uzak tutmak zorunda olan ruhsal otomatizmler olarak anlamlandırdı (Janet 1889). Bu anlamlandırma çabasında duyulan şey fransız ekolündeki bir psikolojik açıklama modelidir. Öyle ya da böyle, bu dönemde bile, histeriklerde dikkate alınması gereken özel kişilik özelliklerinin belirtileri bulunur. Bununla birlikte, zamanın tıbbi literatürüne, kendini ağırlıklı olarak nörolojik veya dejeneratif temelde bedensel olarak dışa vuran bir hastalık inancı hakimdi.

Psikiyatrik Literatür, histeriye dair oldukça somut, ancak sıklıkla değersizleştirici tanımlamalar sunmuştur. Richard von Krafft-Ebing (1883), histerikleri, diğerlerini kaale almayan bir ben-merkezcilik, hastalıklı fantaziler, zayıf ahlakla donanmış olma ve aldatma veya yalandan korkmama ile betimlemiştir. Kötülükleri ve intikamları sınır tanımaz (Krafft-Ebing 1883). O zamanın çoğu hekimi, tamamen bedensel dışa vurumların ötesinde, histeri olarak adlandırdıkları şey hakkında birtakım tasavvurlara sahiptiler. Buna rağmen histerik karakter nadiren araştırıldı ve üzerine yayın yapıldı. Histerinin odağı olarak etkileyici bedensel dışa vurumlar/semptomlar görülmekteydi.

İki Charcot öğrencisi Janet ve Freud da başlangıçta, nörolojik semptomlara odaklanırken, Janet giderek, amnezi ya da kimlik bozuklukları gibi, ruhsal semptomlara odaklandı (North 2015). Janet, otomatikleşen dissosiyasyonların mekanizmalarını işaret ederken, Freud, histeri üzerine çalışmalarında açıklama modeli olarak konversiyon mekanizmalarına giriş yaptı. Freud, asli olarak tamamen fizyolojik şekilde yorumladığı enerji kavramıyla açıklamasını işlemsel hale getirdi. Ruhsal enerji, bedensel enerjiyle yer değiştirir ve dönüşür; böylece zararlı ruhsal uyarım boşaltılabilir: “Histeride, toplam uyarımı bedensel olana dönüştürerek dayanılmaz tasavvurlar zararsız hale getirilir ve ben buna konversiyon adını önermek isterim” (Freud ve Breuer 1995, s. 63). İzleyen dönemde Freud, histeriyle meşgul olma esnasında psikanalitik kuramı geliştirdi ve akabinde, histerinin psikodinamiğindeki temel mekanizmanın bastırma olduğunu formüle etti. Histeriyi betimleyen savunma mekanizması olarak bastırma ve bastırmayla sıkı bağlantılı inkar, Anna Freud’dan Otto Fenichel’ kadar, Freud’un öğrencileri tarafından da benimsendi ve onaylandı. “Bastırma, histerinin ana mekanizmasıdır” (Fenichel 1945, s. 149). Nihai olarak S. Freud, çözülmemiş ödipal çatışmayı, histerinin temelinde yatan dürtü olarak tanımladı. Aynı ve karşı cinsiyetten ebeveyne dair spesifik şekilde çatışma içeren bağlar, birey tarafından doyum verici şekilde çözülemez ve bu yüzden bastırılmak zorundadır (Freud 1916/17). Freud, asli olarak, ağırlıklı şekilde kendini dışa vuran bedensel semptomlar yoluyla histerik nevroz üzerine odaklanmıştı ve açıklama modelinin betimleyicileri olarak konversiyon, bastırma ve çözülmemiş ödipal çatışmayı histerinin niteleyicileri olan üç kriter olarak belirlemişti.

Öte yandan, histerik karaktere dair özel bir bakış, psikanalitik literatürde görece geç ortaya çıkar. Freud, yazılarının başlangıç döneminde histerik karaktere ya da o’nun bozukluklarına, semptom nevrozlarından açıkça ayırt etmeden yalnızca “geçici” olarak değinir. Hem karakter hem de semptom nevrozu, çelişkili uyaranlardan kaynaklanır (Hoffman 1979). Histerik karakter, sonrasında detaylıca tanımlanarak hakkının teslim edileceği şekilde, burada ayrıntılı olarak tanıtılmaz: “histerinin karakter perversiyonu kötü şeyler yapmanın heyecanı, sağlığı arzularken kendini hasta gibi sunmak zorunda olmanın heyecanı”. Histerik hastaları tanıyan herkes, bu zorlantının çoğu kez, belirli bir süre histeriğin kontrast tasavvurlarına çaresizce maruz kalan en kusursuz karakterleri bile etkilediğini bilir (Freud 1892/93). Semptom, ego-distonik iken, karakter nevrozu ego ile eş anlamlıdır ve bu nedenle kısmen ego ile bütünleşmiştir (Hoffmann ve Holzapfel 1987); ancak her ikisi de Freud’un çalışmasında dürtü türevleri olarak kalır ve egoda örgütlenir (Freud 1905; 1923). Karakter kavramını Freud, daha çok popüler ve daha az yansıtılmış anlamıyla kullanıyor gibi görünüyor. Freud’un o zamanlar hali hazırda karakter ve kişilik üzerine mevcut psikolojik literatürü alımlamış olması pek mümkün değildir (Hoffman 1979).  Freud, karakteri, asıl olarak bir bellek, bireysel geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir an ve bireysellik ve bireysel iç-bağlılığın/tutarlılığın temeli olarak anlamaktadır. Psikanalitik karakter biliminin asıl başlangıcı, 1908’de yayınlanan “Karakter ve Anal Erotik”te bulunur. Bu eserde karakter, dürtü çatışmalarının işlenmesinin bir sonucu anlamında dinamik bir bileşen olarak sunulur (Freud 1908). Dürtü açıklaması ve tipolojisi böylece ilk ve temel psikanalitik karakteroloji haline gelir. “Kalıcı karakter özellikleri ya ilksel/kökensel dürtülerin değişmeyen devamları ve onların yüceltilmesidir ya da onlara karşı geliştirilen karşıt-tepki oluşumlarıdır”.

Psikanalitik karakter biliminin gelişimi

Histerik karakter nevrozu ve histriyonik kişilik bozukluğu kavramlarına girmeden önce, Freud’dan bu yana psikanaliz içerisinde yer alan karakter çalışmalarına bir göz atmakta fayda var. Karakter, nevrotik karakter, karakter nevrozu, normal ve anormal kişilik, psikopati ve kişilik bozuklukları anlayışımızı hangi konseptler şekillendirmektedir? Freud, nevrotik karakterden bahseder (Freud 1900); Karakter nevrozu kavramı, ilk defa Wilhelm Reich tarafından kullanılır (Reich 1925). Fenichel, terimi, “karakter bozukluğu” olarak değiştirir (Fenichel 1967a, 1967b) ve böylece anglo-sakson ülkelerinde daha yaygın olan kişilik bozukluğu terimiyle bağlantı kurar. İzleyen dönemlerde, anormal kişilik, psikopati, karakter nevrozu ve kişilik bozukluğu kavramları, Almanya’da geniş ölçüde eş anlamlı olarak kullanılır (Hoffmann ve Holzapfel 1987).

Freud’un öğrencileri, o’nun dürtü genetik açıklama modelini üstlendiler ve bu modeli işlemeye devam ettiler. Özellikle Karl Abraham, dürtü ve savunma arasındaki bir uzlaşmanın sonucu olarak otomatik hale gelen davranış biçimleri ve karakter özelliklerine işaret etti: “Karakterin, bireyin, toplumsal yaşama dair dürtü tepkilerinin bütününü kapsadığını söylememiz yeterlidir” (Abraham 1969). Bu açıdan bakıldığında, psikanalizin, öncelikle ego-distoniyi ve bireyde ruhsal acılar yaratan semptomları, sonrasında ise ego-sintoniyi ve karakter bozukluğunda tedavisinin daha zor olan davranış örneklerinin çalışılması anlaşılırdır.

Freud’un “Ego ve Alt-Benlik” (Freud 1923) adlı çalışmasıyla Ego işlevlerine bakış açısının kapsamı genişlemiştir. Karakter ve karakter bozukluğu, egonun şekillenmesi ve niteliğinin ve onun, dürtü, vicdan ve dış dünyayla baş etme yeteneğinin göstergesi haline gelir. Özellikle Wilhelm Reich, çalışmasında, bu düşünceleri, 1933’te, “karakter analizi” adlı çalışmasında işlemiştir. Reich, kişiliğin olası savunma işlevini, karakterin direnç çalışmasının anlamını ama aynı zamanda karakter gelişimindeki psiko-sosyal faktörlerin etkilerini tanımlar ve Freud’un yapısal kişilik modelini karakter analizi alanına entegre etmeyi başarır.

Savunma mekanizmaları aracılığıyla ego-işlevlerinin farklılaşması, Anna Freud’un 1936’da yayınlanan ve daha sonrasında kişilik bozuklukları üzerine psikanalitik literatürün temelini oluşturan “Ego ve Savunma Mekanizmaları” çalışmasında ele alındı (Freud 1936).

1930’larda ve 1940’larda Otto Fenichel, karakter ve karakter bozuklukları üzerine psikanalizin o zamana kadarki bilgi birikimini özetledi. Fenichel, Reich’ın aksine, karakteri, yalnızca savunma işlevi çerçevesinde görmedi, aynı zamanda onu egonun dış dünyaya, alt-benliğe ve üst-benliğe uyumun alışılmış biçimleri olarak ve bu biçimleri birbirleriyle kombine eden karakteristik türleri olarak tanımladı (Fenichel 1945, s. 467). Merkezi ego işlevleri, karakteri, her bir bireye özgü olarak şekillendirir ve bu yalnızca dürtünün savunulması çerçevesinde gerçekleşmez.

Schultz-Hencke’nin psikanalitik bakışında, (ruhsallıkta) uyumlu hale getirilmek istenen dürtü çatışmalarının işlenmesi anlamındaki karakter, nevroz yapısı kavramına içeriksel yakınlık gösterir. Aynı zamanda, karakter, topluma uyuma da hizmet eder (Schultz-Hencke 1940; Horney 1939; Fromm 1954). Karakter kavramı bununla giderek dürtü kuramının dar kalıplarını da giderek aştı. Psiko-sosyal koşulların, çevrenin ve toplumun etkisi giderek daha anlamlı/önemli hale geldi.

Yanı sıra Ego-Psikolojisi kuramcısı Heinz Hartmann, kuramını dürtü kuramıyla ilişkilendirdi ve aynı zamanda onu aştı. Dürtü uyaranlarının işlenmesinin yanında, çatışmadan azade ego alanları, özerk ve dürtüye bağlı olmayan ego aygıtları da vardır. Bunlar, sadece yatkınlık yoluyla değil, aynı zamanda alıştırma ve olgunlaşma yoluyla da şekillendirilmişti (Hartmann 1939). Karakter, yapısal olarak zaten var olan özellikler dışında, öncelikle dürtünün savunulması yoluyla oluşurken, sonrasında bir işlev değişikliği gerçekleşir ve karakter tali olarak özerk ve dürtülerden bağımsız hal alır. Özerk ego aygıtı o zaman ruhsal iç dünyanın, dış dünyaya olan uyumuna hizmet edebilir (Hartmann 1939). Hartmann, olgunluk düzeyinin içselleştirilmesine bağlı olarak, yutma, içe alma veya özdeşleşme şeklinde ortaya çıkan yapı oluşumu için içselleştirme süreçlerinin rollerini vurgulamıştır. İçselleştirme süreçleri içsel dünyada bunlar vasıtasıyla davranış düzenliliklerini mümkün kılmaktadır.

1940’lardan bu yana, ego psikolojisi egoya üç temel işlev atfetmiştir: İç dünyayı düzenleme, dış dünyaya uyum ve egonun kendilik organizasyonu. Bu üç işlev ile niyetsellik, nesne ilişkilerinin yapılandırılması ve kendilik refleksiyonu olası hale gelir. Bellak’a göre egonun olgunluğu ve işlevsellik düzeyine bağlı olarak bir hastanın yapısal olgunluk düzeyini betimlemek için “ego güçlülüğü” ya da “ego güçsüzlüğü” gibi kavramların kullanımı yaygınlaştı (Bellak ve ark. 1969).

Nesne ilişkileri kuramı, içselleştirme süreçlerine dair anlayışımızı genişletti ve temel olarak, içsel-ruhsal (intrapsişik) yapıların temel birimlerinin, bu tür kendilik-nesne-duygu bileşenleri tarafından temsil edilen içselleştirilmiş, spesifik nesne ilişkilerini yansıtan kendilik temsilleri, nesne temsilleri ve duygu durum konstellasyonları olduğunu ifade etti (Kernberg 1985/1976). Bu birimler, sırasıyla, ideal benlik ve ideal nesneler ve nihayetinde ego, üst-benlik ve alt-benlik gibi daha karmaşık ruhsal yapıların temelini oluşturur. Özellikle bağlanma kuramı konsepti bağlamında nesne ilişkilerinin tarzı kişilik yapısını önemli ölçüde şekillendirir, ki John Bowlby, Michael Balint, H. Stierlin ve H. E. Richter gibi psikanalistler bunu vurgulamışlardır. Kendilik psikolojisinin karakter oluşumunun kavranmasına temel katkısından da söz edilmelidir, örneğin F. Wyatt (1957) şöyle der: “Öz-saygı, kendini kabul etme, kendilik duygusu, kendine özen,açıkça, karakter oluşumunun asli örgütleyici koşullarını temsil eder”.  

 Konuyla ilgili o zamana kadarki literatürü gözden geçirip özetleyen Otto Kernberg, karakter yapısı sınıflandırmalarında, ego ve üst-benlik patolojisine, içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin patolojisine ve libidinöz ve saldırgan dürtü türevlerinin gelişimine atıfta bulunur (Kernberg 1970).

Tipoloji sorunlarının yanısıra, günümüz psikanalitik araştırmaları, kişilik yapıları sorunlarıyla da meşguldürler. Psikanalizin ana akımı, yapısal bozukluğu, yapının iç dünyada bütünleştirilme adımları ve belirli olgunlaşma adımlarına dair bir gelişim handikapı olarak anlar, ki sonuçarı şöyledir: “yapısal bozukluktan muzdarip olan kişinin iç dünyasında içsel-ruhsal (intrapsişik) ve kişiler-arası düzenlemeler (interpsişik) güvenilir şekilde mevcut değildir”. Bu düzenleyici mekanizmalar ya sürekli bir şekilde handikaplıdır ya da yapısal bir kırılganlık bağlamında, kritik yaşam koşullarında veya içsel çatışmalarda başarısızlığa eğilimlidir. Bu durumda, içsel-ruhsal (intrapsişik) durumların ve süreçlerin yanı sıra içsel ilişkilerin işlevsel olarak düzenlenmesi öyle ya da böyle ciddi biçimde kısıtlanır (Rudolf 2013).

Özetle, psikanalitik yapı kavramı ve dolayısıyla kişilik kavramı da açık bir değişim geçirmiştir. Freud’un üst-benlik, ego (benlik) ve alt-benlik modeline ve karakter yapısı kavramına göre, yapı, daha sonrasında çoğunlukla şu anlamda kullanılmıştır:  

  1. Nevroz yapısı (Schultz-Hencke 1951): depresif, histerik, obsesif ya da şizoid yapı, ilksel/kökensel dürtü çatışmalarının bir sonucudur. Nevrotik tüm/toplam kişiliğin yapısı.
  2. Ego/ben yapısı (1940’lardan bu yana var olan Ego-Psikolojisi): Egonun/benliğin üç işlevli yapısı. İçsel yaşantıları düzenleme, dış dünyaya uyum ve ego/benlik gücünün kendini organize etmesi (Ego güçlülüğü, Ego zayıflığı; Hartmann 1939, Bellak ve ark. 1969).
  3. Nesne ilişkileri kuramı ve kendilik psikolojisi kuramlarının ilişkilendirilmesi: Egonun yapısı (niyetlilik), Benlik/Kendiliğin yapısı (Reflexivitaet) ve nesne ilişkilerinin yapısı (Berberich ve Zaudig 2015).

Kişilik bozuklukları, psikanalitik bağlamda, bir yandan, tipik dürtü çatışmaları, belirli ruhsal alt yapıların veya içselleştirmelerin organize oluşları ve belirli tipolojilerdeki karakter ya da nevroz yapısıyla farklı kategorilerden oluşan bir sistem olarak anlaşılır; öte yandan, içsel-ruhsal (intrapsişik) ve kişiler-arası (interpersonel) düzenleyici işlevlerin içsel dünyada eylemin düzenlenmesindeki (ego zayıflığı) ve aynı zamanda yansıtma (reflexion) ve zihinselleştirme yeteneğindeki bir eksiklik/handikap olarak anlaşılır. Hem kategorik hem boyutsal yaklaşımların her ikisi de işlevsiz özne-nesne-duygu temsillerini ve bunlara denk düşen kendini yönetebilme ve kişiler arası ilişkilerin inşa edilmesinde ortaya çıkan bozuklukları açıklar (Berberich ve Zaudig 2015).

1930’lara kadar psikanalitik karakter bilimi neredeyse yalnızca histerik ve obsesif karakterleri tanımlıyordu ve histeri, daha önce değindiğimiz üzere, konversiyon, bastırma kavramlarıyla ve çözülmemiş ödipal çatışmalarla anılıyordu. Psikanalitik karakter bilimi içindeki ilk tipolojik yaklaşımlar Wilhelm Reich ve Otto Fenichel’den gelir. Reich, dürtüsel karakteri, dürtüleri engellenmiş olan karakterden ayırdeder (histerik, obsesyon nevrozu ve depresif). Dürtüleri engellenmiş olan karakter, kabaca nevrozlara karşılık gelirken, dürtüsel karakterde ise, dürtü uyaranlarının kendisi savunmanın hizmetine sunulmuştur (Reich 1925). Fenichel ise, buna karşın, sağlıklı bir kişiliğe yol açan süblimasyon tip tanımlamasını ve reaktif (tepkisel) tip tanımlamasını önermiştir. Reaktif (tepkisel) tip ise, yeniden alt iki tipe bölünmüştür: fobik kaçınıcı tip (fobik ve histerik karakterle birlikte giden) ve reaksiyon oluşumuyla birlikte giden muhalefet/karşıt tip (Fenichel 1967; 1945).

İkinci bir sınıflama, daha çok kişiliğin (alt-benlik, üst-benlik ve dış dünya) yapısal modeline yönelmiştir. Bu sınıflama, Schultz-Hencke’nin yeni psikanalitik tipolojisiyle benzerliğe sahiptir. Dürtü çatışmalarının uyumlu hale getirilmesi amacıyla işlenmesi bağlamındaki karakterler içeriksel olarak nevrotik yapı kavramına yakınlık gösterirler. Şizoid, depresif, obsesif ve histerik oluşumlar birbirlerinden ayrılırlar (Schultz-Hencke 1951). Fenichel’in kendisi bu tipoloji geliştirme girişimlerinden tam olarak memnun değildi ve tek faktörlü bir tipolojinin çok faktörlü oluşumun hakkını tam olarak veremediğinden şikayetçiydi (Fenichel 1945).

Histerik Karakter Nevrozuna Dürtü-kaynaklı Bir Bakış

Histerinin temel betimleyicileri, Freud’a göre, konversiyon, bastırma ve çözülmemiş ödipal çatışmalardır. Bununla birlikte, semptom nevrozunun önemi histerik karakter nevrozu lehine azaldı. Her halükarda, Otto Fenichel 1931’de şöyle bir ifade kullanma gereği duymuştu: “Freud’un araştırmalarının başlangıcında gördüğü gibi histeri ve obsesif nevrozların bugün nadiren görüldüğünü; buna karşın, karakter bozuklukları, kişiliğin eksik/hatalı gelişimleri ya da benzerleri gibi adlandırılan durumlarla karşılaşıldığını belirtmişti” (Fenichel 1967b). Çözümlenmemiş ödipus karmaşasının hem histerik nevrozun hem de histerik karakterin genetik şekilde görülmesinin yanında, yapı çatışmalarının tanımı Freud için giderek daha da önemli hale geldi. Histerik karakter aslında alt-benliğin baskısı ve benliğin/egonun, kabul edilemez dürtü talepleriyle çatışmasıyla/mücadelesiyle şekillenir (Freud 1931).

Abraham, bu bağlamda, özellikle dişil kastrasyon karmaşası ve penis hasedini ele alır. Buna ek olarak, Abraham, vurguluca, eril nitelikli arzu doyuran tip ile erkeği, kastre edici intikama meylettiren fallik intikam tipi arasında bir ayırım yapar (Abraham 1921). Daha sonraki bir çalışmasında, Abraham, genital karakteri, ödipus karmaşasının üstesinden geldikten sonra başarılı bir gelişimin ideal veya normatif konsepti olarak tanımlar. Bu sayede psikososyal etki faktörleri, halihazırda artan önem kazanırken, dürtü kuramsal açıklamalar geriler (Abraham 1969).

Histerik karaktere dair ilk derinlemesine tanımlamalar, Wittels (1931) ve Reich’ta (1933) bulunur. Wittels, alt-benliğin dürtü egemenliği altındaki ego/benlik ve ego-zayıflığı olan genital fiksiyonu tanımlar ve aynı zamanda pre-genital bir fiksasyonu işaret eder. Reich (1933), oral saldırganlıkların rolünü sergileyerek, görüşünü, daha berrak ifade eder. Histerik, oral regresyona (gerilemeye) meyillidir ve cinsellik, savunmanın (mekanizmalarının) hizmetindedir. Wittels ve Reich’ta, genitallerin yanısıra, ilk kez pre-genital fiksasyon da sahne alır ve histerinin psikanalitik anlayışta ele alınması sürecinde önem kazanacaktır. Reich, histerik karakter nevrozunun karakteristik belirtisi olarak, dişil cinsiyetteki örtülü veya açık bir kokoşluk ya da erkeklerdeki yumuşak kadınsı bir resmi betimler. (Histeriklerin) Tepkileri tutarsızdır ve güçlü hayal kırıklıkları beklenmedik şekilde ortaya çıkarlar. Telkine yatkınlık ve sıklıkla fantazilerle meşguliyet öne çıkar. Histerik tüm işlevlerde son derece labildir (Reich 1933). Otto Fenichel, ikinci kuşak bir psikanalist olarak Reich’ın temsil ettiği temel görüşü takip eder ve Reich’ın konseptine Psödo-Cinselliği histerinin karakteristiği olarak ekler (Fenichel 1945; Novais ve ark. 2015). Betimleyici bu tanımdaki belirli bir muğlaklık ve daha ziyade genital ve sıklıkla da öne çıkan/baskın bir ego-alt-benlik çatışmasıyla pre-genital bir fiksasyon anlamında dürtü-genetik etiyolojinin birliği/tekilliği, 1950’lere kadar histerik karakter nevrozunda psikanalitik görüşü şekillendirdi.

Histerik karakterlerin hastalıklı ve sağlıklı biçimleri

J. Marmor’un (1953) “histerik kişilikte orallik üzerine” adlı çalışması, genetik kavramının hızla bir kabul görüp yayılmasına yol açar. Marmor, histerik karakter bozukluğunu, öncelikle, bir oral bozukluk olarak kabul eder. Oral fiksasyonlar, ödipus karmaşasına başarısız bir çözüm üzerinde yalnızca tali bir etkiye sahiptirler. Marmor, genital (ödipal) kastrasyon kaygılarını, erken dönemdeki (bebeğin) nesne’sini ve o’nun sevgisini kaybetme kaygılarında temelleniyor olarak görür, ki bu düşünce özünde Freud’a kadar geri gider (Freud 1926). Erken dönem (histeri) oluşumları, terapide istenen olumlu sonuçları getirmeyebilir, çünkü birçok handikapın yanısıra ego işlevlerinde de ağır hasarlar mevcut olabilir. Bu erken, oral fikse bozukluğa ek olarak, daha iyi prognoza sahip daha genital odaklı histerik karakter bozukluğu da vardır.

Histerik karakteri böylesi iki gruba ayırma, birçok yazar tarafından çeşitli adlandırmalar altında ele alınmıştır. Easser ve Lesser (1965), histerik ve “histeroid” kişilikten; Hojer-Pederson (1965) ise, histerik vce histeriform kişilikten bahsederler. Kernberg (1967), bu iki kategoriyi de histerik ve çocuksu; Zetzel (1968) ise “gerçek histerik” ve “sözde iyi histerik” olarak tanımlar. Özetle, Hoffmann, histerik karakterlerin iyi huylu ve kötü huylu formundan bahseder (Hoffmann 1979).

Easser ve Lesser, ego-psikolojisi bakış açısını, libido kuramıyla bütünleştirmeye çalışırlar ve Zetzel gibi, histerik kişilikteki çatışmaların daha dar anlamda ödipal bir doğası olduğunu ve psikoseksüel gelişimin genital aşamasında ortaya çıktığını vurguladılar. Ego-kimliğinin nispeten daha dengeli olduğu durumlarda, tercih edilen savunma mekanizması bastırma olmaktadır ve yanısıra oral regresyonlar (gerilemeler) kısa süreli olmaktadırlar ve bu regresyonlar daha çok (ruhsallığı) savunmanın hizmetindedirler. Öte yandan, kökleri erken döneme dayanan “histeroid” ya da “sözde iyi histerik kişilik”, ağırlıklı olarak, ödipal öncesi (pre-ödipal) özelliklere ve özellikle de oral saldırganlığa (agresyon) sahiptirler. Klinik tablo, masif semptomlardan, sosyal yaşamla zayıf bir bütünleşmeden, psikoterapi sürecinde ortaya çıkan güçlü bir oral regresyon eğiliminden ve ilkel savunma mekanizmalarından oluşabilir. Histeri oluşumunu yapılandıran kurucu çatışma, daha ciddi düzeyde bozulmuş olan anne-çocuk ilişkisinde ve daha sonraki yıllarda ise ödipus karmaşası üçlüsünde yatar. Pregenital sorun, bu yüzden, destek, güvenlik, tutunma ve pasiflik arzusu olarak anlaşılabilir. Öte yandan oral evredeki bozukluklar da karakteristik olarak, kendilik değeri duygusunda handikaplar olarak sonuçlanır; her ikisi de (oral evre bozuklukları ve kendilik değerinde bozulmalar) Kohut’un daha sonra narsisistik bozukluk olarak tanımlayacağı gibi nesne yitimine dair temel kaygıyla bağlantılıdır (Kohut 1971; Hoffmann 1979). Bu formülasyon, aynı zamanda, histerik dinamiğin kendilik değeri duygusunun düzenlenmesine ne ölçüde hizmet ettiğini de anlaşılır kılmıştır.

Bir ödipal bozukluk olarak histeri, karşı cinsiyetten ebeveyne yapılan libidinal yatırımın çözülmemiş olmasını işaret edebilir, ama aynı zamanda, birincil nesneye olan bağın çözülmemiş olması ve bu nesneyi kaybetmeye dair kaygının sonucu olarak da anlaşılabilir (Küchenhoff 2002).

Kernberg, histerik kişiliği, küçük davranış bozuklukları, sosyal yaşamla iyi bir bütünleşme ve büyük ölçüde bozulmamış ego işlevleriyle sağlığa çok yakın bir yerde görür. O’na göre, histeri, ödipal arzuların savunulmasına hizmet eder. Histerinin infantil formu için, daha sonrasında, histriyonik kişilik terimini kullanır (Kernberg 1997). Kernberg, histriyonik kişiliği, zayıf sosyal bütünleşme, ödipal ve özellikle de pre-ödipal özelliklerin (oral saldırganlık gibi) yoğunlaştığı bir davranış bozukluğu olarak tanımlar. Ego, kendisini, ilkel bir dissosiyasyon ya da bölme ile veya bununla bağlantılı ilkel savunma mekanizmaları etrafında düzenler. Psikoterapi sürecinde, borderline hastalarda tipik şekilde olduğu üzere, ilkel (primitif) “kısmi-nesne” aktarımları meydana gelir (Kernberg 1997). Histerik kişiliğin aile dinamiğinde istikrarlı (stabil) bir aile sistemi ve baştan çıkarıcı ama otoriter bir baba ile zalim ama bakım verici bir anne bulunduğunu görür Kernberg. Ağır şekilde bozulmuş histriyonik formda ise, anne, genellikle bir kişilik bozukluğuna sahiptir (Kernberg 1997).

Üzerinde uzlaşılmış bir histeri konsepti oluşturma girişimi

Psikanalitik bir konsept olarak histeri, başlangıç döneminde, çözümlenmemiş bir ödipus karmaşası, genital fiksasyon, bastırma ve konversiyon ile ortak bir genetik yapı altında tanımlanırken, giderek bu bakış, bir yanda semptom nevrozu, öte yanda karakter nevrozu doğrultusunda farklılaştı. 1950’lerden itibaren, dürtü-genetik kökenleri ve fiksasyonlarına bağlı olarak, histerik karakter nevrozu iyi huylu histerik kişiliğe ve farklı ego yapılarındaki kötü huylu histriyonik kişilik bozukluğuna doğru farklılaştı. Bununla birlikte, zaten tek bir klinik tabloya sahip olmayan histeri konseptinin üzerindeki uzlaşı da temelden sarsılmış oldu. Bu yüzden, bazı yazarlar, karakter nevrozunun iyi huylu ve kötü huylu formları şeklinde bir süreklilik üzerindeki karşıt kutuplar olarak tanımlayarak histeri konseptinin nozolojik bütünlüğünü korumaya çalışmışlardır.

Hoffmann (1979), histerinin kökeninde, oral (bağımlılık), narsisistik (kendilik değeri) ve ödipal çatışmaların yer aldığını ifade eder. Çatışma konstellasyonları, genetik varsayımlar üzerinden değil, aksine aktarımdaki psikodinamik olgular olarak anlaşılabilir. Histeri mekanizması, tekil bir birim değildir; “onun özgüllüğü ego işlevlerinde yatmaktadır; çatışmalarında değil!” (Hoffmann 1979). Bunlar, beş spesifik dinamik mekanizmaya yol açarlar:

  1. Bağımlılık arzularını doyurmak için, ağırlıklı olarak kadınlarda, regresif (gerileyen) bir değişim ve narsisistik abartma anlamında daha çok erkeklerde progresif bir değişim olarak kendilik resminin bilinç-dışı değişimi,
  2. Savunma ve çarpıtılmış arzu doyumuna yönelik olarak duyguların belirli şekilde kullanımı: “aşırı duygu barındıran motivasyonların belirleyiciliği, bilişsel yeteneklerin sınırlılığı ve sahte ya da yapaylık izleniminin” oluşumu,
  3. Yüksek düzeyde etkiye açıklıkla birlikte taklit ve rollerin üstlenilmesine dönük özdeşleşmelere güçlü bir yatkınlık; aynı zamanda muzdarip kişinin kendi kimliğinin istikrarının bunlardan zarar görmesi,
  4. Özellikle, sosyal nesnelerle etkileşimlerde cinsel içerikler ve onların sergilenmesi, beden sunumu ve sembolik kendilik sunumu eğilimi ile fantazi ve sembol oluşumuyla spesifik bir şekilde uğraşılar,
  5. Karakteristik şekilde, tehditkar kişileri veya içerikleri, ciddiye almamayla bağlantılı olarak bastırma ve inkar mekanizmalarının özellikle kullanımı.

Bu mekanizmalar ve spesifik ego işlevleri o kadar etkileyicilerdir ki, histerik karakter konseptini kullanmaya devam etmekte yarar vardır.

Mentzos (2004), histerik çatışma ve travma işlemenin karar verici modunu, Hoffmann’ın andığı yukarıdaki kriterlerin birincisinde, yani kendilik resmindeki bilinç-dışı değişimde görür ve aynı zamanda farklı genetik temelleri de varsayar. Ancak, histerik kişiliğin merkezi bir göstergesi olarak yarı değişmiş kendilik temsili amacı içeren bir sahnelemeye (kendilik sunumu) eğilim olduğu yargısına da varır. Bu sahnelemenin amacı, nevrotik bir boşaltımdır. Bu boşaltımla suçluluk duygularından kurtulma, cezalandırılmaksızın dürtü doyumu ve narsisistik stabilizasyon amaçlanır. Ağır karakter psikopatolojilerinde oluşturulan bu kendilik resmi, içsel boşluğun doldurulmasına da yardım eder. Bu bilinç-dışı sahnelemeler, sahtelik ya da yapaylık izlenimi uyandırdığından dolayı, (terapistte) öfke, çaresizlik ya da sıkılma gibi tipik karşı-aktarımlar uyandırabilir. Mentzos, çatışmanın içeriği ya da histerinin oluşumunu değil, çatışmayı çözmenin moduslarını (tarzlarını) histeri olarak nitelendirir. Bu yüzden, Mentzos’un histeriyi açıklama girişimi, ki kendisi de semptomları betimleyici düzlemde tanımlayan bir konseptten uzaklaştığı halde, aşırı olgusal (fenomenolojik) olduğu için eleştirildi (Rupprecht-Schampera 2003).

Rupprecht-Schampera (1997; 2003), dürtü kuramsal görüşünü, nesne ilişkileri kuramıyla genişletti ve erken dönemdeki çatışmalı anne ilişkilerinin daha sonraki evrelerde histeriye dönüştüğünden yola çıktı. O’na göre, çocuğun, erken dönem üçgenel (triangüler) ilişki çerçevesinde babaya yönelerek (anne ilişkilerindeki handikapları) telafi etmeyi denediğini varsayar. Bununla, anneden ayrışmaya ulaşılacaktır. Ancak baba bu üçgenel ilişkide yardımcı olacak bir işlevle çocuk için orada yeterince bulunmazsa ve bu nedenle kendisiyle istikrarlı bir ilişki kurulmazsa, o zaman erken dönemde anneyle ortaya çıkan bu çatışmalar daha sonraki ödipal üçgenel ilişki esnasında  aşırı cinsellikleştirilmiş savunmalarla çözümlenmeye çalışılır. Bastırma ve inkar, babaya karşı duyulan derin hayal kırıklığının yarattığı ağır suçluluk ve utanma duygularının savunulmasına hizmet eder, ki bu baba daha sonrasında idealize edilecektir. Bu idealizasyon, psödo-ayrıştırılmış işlevlere bağlıdır ve hala ulaşılabilecek olan bu ayrışma/bireyleşmeye dair umuttan da hiç vazgeçilmemiş olacaktır. Rupprecht-Schampera (1997), histeride beş savunma hareketi tanımlar:

  1. Anneye yönelik hayal kırıklığı ve pre-ödipal çatışmalara dair çözüm arayışları temelinde, çocuk, erkenden ödipal dürtü çatışmalarına girer ve cinsellikleşmiş şekilde babaya yönelir.
  2. Erotikleştirilmiş ve olasılıkla travmatik şekilde deneyimlenen yaşantılar, ağır suçluluk ve utanma duygularını savunmak için bilinç-dışına bastırılır.
  3. Aynı zamanda, babaya dair derin hayal kırıklıkları inkar edilir; baba, asla ulaşılamayacak olan ve hep arzu edilen ideal figür haline getirilir.
  4. Travmatik şekilde deneyimlenen yaşantılarla başa çıkmak için, çocuk, kendi algılarını değersizleştirir ve bu da dissosiyasyonlara ve yönelimsizliklere yol açar.
  5. Bu katlanılamaz olan “kötü” kendilik resmini savunmak amacıyla, regresyon vasıtasıyla, bireyleşme gelişiminin devamı engellenmiş olur. O dönemdeki çocuk ve sonrasında ortaya çıkacak olan histerik, kendisini çaresiz, pasif ve kurban olarak deneyimleyecektir. Özellikle borderline-histerikler, regresyon ve progresyon hareketleri arasında sürekli savrulurlar, ki Rupprecht-Schampera bunu aşırı aktif bir savunma biçimi olarak görür (Rupprecht-Schampera 2003). Buna karşın Kernberg ise, birbirinden ayrılarak bölünmüş olan bu benlik parçalarına sahip ego zayıflığının etkilerine odaklanır (Kernberg 1978).

Rupprecht-Schampera, konseptiyle, hem pre-ödipal hem ödipal çatışmaları bütünleştirmeyi başarır ve farklı ilişki deneyimlerinin etkilerine ve bunların savunulmasının biçimlenmelerine ışık tutar (Küchenhoff 2002). Öte yandan, günümüzdeki histeriye bakışta, ego zayıflıklarının rolü veya kişiliğin bütünleşme düzeyinin rolü yeterince kaale alınmamaktadır.

Bir başka konsept ile Bollas (2000), histeriyi, birincil/asli nesneye erken fikse olmanın sonucu olarak sunar. Anne, çocuğunu, güçlü bir meyil, ilgi ve bakım vericilikle işgal eder. Bunu yaparken, cinsel alan dışarıda bırakılır, çocuğun bedeni süslenir ve özenle bakılır, ancak çocuk, çocuksu bırakılır ve cinselliksizleştirilir. Baba, burada, hiçbir rol oynamaz, çocukla (anneden) bağımsız bir ilişki kuramaz ve özellikle erotik bir ilişkisi olmaz. Baba, çocuk için, sanki ikinci bir anne gibidir. Bu durumda çocuk birincil nesneye, yani annenin erken dönem resmine (ki bu anne resmi, gerçek anneyle örtüşmez) fikse olarak kalır ve üçgenel (triangüler) ilişki oluşumu gerçekleşmez. Dolayısıyla ilerlemek/gelişmek için hiçbir uyaran yoktur; ayrışma/bireyleşme başarısız olur, çünkü bunun için gerekli olan (anneyle) erken diyadik (ikili) güvenli ilişkinin terkedilmesi bir zorunluluktur. Ödipal üçgenel ilişkiye girmekten kaçınılır ve tam olarak ödipallikten bu sapma, histerinin belirleyici kriterini oluşturur. Bununla birlikte cinsel gelişim, sözel cinsellikleştirmeye ve bedenin oto-erotik işgaline çekilerek “hayatta kalır”. Bu nedenle, ödipal çatışmanın çözümü, ilişkide olgun bir cinselliğin gelişimi gibi başarısızlığa uğrar.

Bununla birlikte, bu kavramsallaştırmada hem babanın rolü hem de ebeveynler arası ilişkiler yeterince aydınlatılmaz ve erken dönem nesne fiksasyonunun nedenleri belirsizliğini korur (Küchenhoff 2002).

DSM-5’te Histeri ve Histriyonik Kişilik Bozukluğu

Histerik karakter nevrozunun psikanalitik olarak incelenmesine paralel olarak, histerik kişilik de uluslararası sınıflandırma sistemlerine girmiştir. DSM-2’de (1968) histerik kişilik bozukluğu, histerik nevrozdan sınırlandırılarak, sınıflandırmaya ilk kez dahil edilmiştir. DSM-3 (1980), daha sonra Chodoff ve Lyons’un kriterlerini neredeyse tamamen üstlenir. Chodoff’un önerisiyle, histerik terimi, histriyoniye dönüştürülür, çünkü histeri terimi kadın düşmanlığı ve kadını değersizleştirici çağrışımlara sahiptir ve bundan kaçınılmak istenir. ICD-10’da da (1992) Histriyonik Kişilik Bozukluğu terimi kabul edilir. DSM-5, ikinci bölümde, kişilik bozukluklarının DSM-4-TR’ye göre sınıflandırılmasını benimser; ancak üçüncü bölümde, kişilik bozukluklarının sınıflandırılması için alternatif bir model sunar. Bu model içinde, kişilik yapılarının değerlendirilmesi, kendilik ve nesne bağlantısı bağlamında, kişilik özelliklerinin içeriksel olarak renklendirilmesiyle tanımlanır. Ama elbetteki etiyolojik veya genetik açıklama çabaları bu tanımlamalarda eksiktir ve zaten histeri konseptinin psikanalitik tanımlarını karakterize eden şey tam da budur.

Histerik ve histriyonik kişilik bozukluğunun en azından psikanalitik bakıştan etkilenmiş olan fenomenolojik tanımlaması, alternatif DSM-5 modelinde kişilik bozuklukları için bir karşılık bulmakta mıdır? Bu amaçla, çeşitli psikanaliz yazarlarının tanımladıkları fenomenolojiyi DSM-5 modeliyle karşılaştırmakta fayda var. Çok sayıdaki psikanaliz yazarının tanımlamaları, birbirlerine çok benzerdir ve yaklaşık olarak yedi karakteristik özellik grubunu içermektedir. Lazare ve Klerman (1968), histeriyi, bağımlılık, ben-merkezcilik, teşhircilik, cinsellik korkusu, duygu-durum labilliği, cinsel kışkırtıcılık ve kolay etkilenirlik kategorilerinde sınıflandırmaktadır. Benzer şekilde, Alarcon (1973), Reich’tan Nemiah’a kadar on dört yazarın yayınlarına atıfta bulunarak histerik kişilik bozukluğunun fenomenolojisini tanımlar. Alarcon, izleyen kriterleri sayar: teatral davranışlar, duygu-durumsal labillik, aktif bağımlılık eğilimleri, aşırı uyarılabilirlik, ben-merkezcilik, baştan çıkarıcı davranışlar ve kolay etkilenebilirlik. Bu kriterlerde bazı değişiklikler ve histeriyle histriyonik kişilik bozukluğu arasındaki farklılaşmalar, Kernberg’ de (1997) bulunur. Ayrıca, histerik kişiliğin göstergesi olarak, duygu-durumsal labilliği, teatral davranışları ve yüzeysel duyguları, yoğun kriz anlarında duygusal kontrol kaybını, psödo-yüksek cinsellikle cinsel baştan çıkarıcılığı ve ama cinsel açıdan tutukluğu betimler. Erkeklerde, psödo-yüksek cinsellik, sözde (psödo) yüksek erkeklik ve dişilikle ifade edilir. Kernberg, histerideki ben-merkezci davranışı sınırlı ölçüde kabul eder; ama ilişkilerdeki kolay etkilenirlik, çocuksu yapışma ve bağımlılık davranışlarını daha çok vurgular. Bunlara ek olarak ya itaatkar ya da rekabetçi ilişki stillerine işaret eder ve izlenimci bilişsel stillere vurgu yapar.

Histriyonik kişilik bozukluğu durumunda ise semptomlar daha ağır ve daha daha dağınıktır, özellikle de duygu-durum labilliği çok öndedir. Teatral davranış, aşırı özdeşleşmeler ve yansıtmalarla betimlenir. İlişkiler daha az farklılaşırlar ve daha çok kendileriyle meşguldürler ve karşılıklı ilişkilere daha az odaklanırlar. Psödo-yüksek-cinsellik sıklıkla rastgeledir. Boyun eğici davranışlar, mazohistik kontürler taşır. Ek olarak, psikotik ve kişilik dağılması semptomlarının riski mevcuttur. Erkeklerde, sıklıkla, anti-sosyal eğilimler ortaya çıkar.

Belirli ölçülerdeki değişkenliklere rağmen, çeşitli psikanaliz yazarlarında histerik kişiliğe dair görece benzer resimler görülür. Bu tür kişilik özellikleri, alternatif DSM-5’te orada listelenen alanlar ve yönleriyle şöyle tablolaştırılabilir. Kişilik bozukluğunun alanları ve yönleri, iki kutup arasında bir süreklilik üzerinde anlaşılabilir; şöyle ki DSM-5’te sunulan karşıt kutupluluk kişilik özelliklerinin patolojik etkilenimlerini tanımlar.

Lazare ve Klerman (1968) Alarcon (1973) Kernberg (1997) Alternatif DSM-5 Modeli (2015)
Talepkar bağımlılık Aktif bağımlılık eğilimleri Yakın ilişkilerde çocuksu-yapışmacı ve bağımlılık davranışları Ayrılık kaygısı
Ben-merkezcilik Ben-merkezcilik Ben-merkezcilik Sosyal geri çekilmeye karşı karşıt kutupluluk
Teşhircilik Teatral davranışlar Yüzeysel duygularla teatral davranışlar İlgi arayışı ve dışa dönüklük
Cinsellik korkusu Cinsel tutukluk Yakınlıktan kaçınma
Cinsel provokasyonlar Baştan çıkarıcı davranışlar Cinsel baştan çıkarıcı davranışlar, Psödo-yüksek cinsellik
Kolay etkilenirlik Kolay etkilenirlik Yoğun çatışmalarda duygusal krizler ve kontrol yitimi
  Kolay uyarılabilirlik İtaatkar ya da rekabetçi davranış Dürtüsellik, kendini durdurabilme/kontrol edebilmede zayıflık
    İzlenimci kognitif stil Kendi düşüncelerinden kolayca sapma
    Anti-sosyal eğilimler Dürüst olamayış