Hipokondria’nın Psikodinamiği
18/12/2022

Kaygı Nevrozunun Psikodinamiği Haset Sorunsalına İndirgenebilir mi?

Çeviren: Suzan Uğur Girginer

FREUD’UN KAYGI KURAMINDAN GÜNÜMÜZE

Modern uluslararası sınıflandırma sistemlerinde, DSM ve ICD’de panik atak olarak sınıflandırılan kaygı nevrozu sendromu, yüz yıldan fazla bir süre önce Sigmund Freud tarafından tam olarak tanımlanmıştır. Tüm psikoterapistlerin kaygı nevrozuna ilgisi yoğundur. Freud’un kaygı nevrozlarının kökeni hakkındaki varsayımları, ikinci kaygı kuramında (1926d) gözden geçirildi. Ancak bu revizyon birçok soruyu cevapsız bıraktı. Freud, “Engelleme, Semptom ve Kaygı” adlı eserinin dördüncü bölümünü, güncel kaygıların libido-ekonomik ortaya çıkışı sorunsalının çözülmemiş olduğuna işaret ederek sonlandırdı, yani, daha geniş anlamda, fizyolojik olarak ortaya çıkan kaygı nevrozları ve sinyal kaygısı olarak ortaya çıkan fobiler sorunu. Psikanalize Giriş Üzerine Yeni Seminerler’de (1933) Freud, ayrıca, “kaygı, önce travmatik anın bir sonucu olarak, sonra da bir sinyal olarak ikili bir kökene sahiptir” demiştir.

Bu bağlamda şöyle der: “Yalnızca uyarılma toplamının büyüklüğü travmatik anda bir izlenim oluşturur, haz ilkesinin performansını felç eder, tehlikeye anlamını verir” (s. 100). Kısacası: travmatik an, dürtü sıkışması olarak betimlenmiştir. Bu anlamda Rangell şöyle der: “Dürtü sıkışması, hazsızlık için ekonomik-dinamik koşuldur ve kaygı, bu (veya başka herhangi bir) tehlike durumunun bir sonucu olan belirli bir tepkidir” (1955, s. 339). Fenichel’in (1945) zamanında büyük etkisi olmuş olan kitabında, şu cümleye rastlarız: “Güncel nevrotik semptomlar, tüm psikonevrozların çekirdeğini oluşturur” (s. 192).

Blau (1952) Schur (1953, 1958), Greenacre (1941), Rangell (1955, 1968) ve Loch (1959) gibi sonraki yazarlar, yayınlarında, dürtü dönüşümleri ve onların kaygıyla ilişkileri üzerine yapılan meta-psikolojik spekülasyonların, özellikle panik atağa dair psikanalitik anlayışı zorlaştıran spekülasyonların, mevcudiyetlerini sürdürdüklerini bize gösterdiler (Compton 1972a, b, 1980 ve 1998; Ermann 1984). Kısmen Freud’u doğrulayan ve kısmen de yeni sorulara ilham veren diğer psikanalitik yöntemlerin ve temel nörobiyolojik araştırmaların sonuçları ve kuramları bu tartışmaları zenginleştirdiler (Thomae 2002).

Nihayetinde, psikanalitik olarak bakıldığında, tüm nevrotik kaygılarda ortak olan şeyle, yani ayrılık nedeniyle benliği ya da nesneyi yitirme kaygısıyla ilgilidir. Ayrılık ve kaygı arasındaki sıkı ilişki, ayrılık kaygısı nitelemesiyle her iki deneyimi birbirleriyle bağlantılandırmasında ifadesini bulur. Freud’a göre ayrılık kaygısı ilk kökensel kaygıdır (1926d, s. 167). Kaygı, bir tehlikeye karşı, hayatta kalmayı garantileyen biyolojik olarak temellenmiş bir tepkidir ve bununla da evrim mümkün hale gelir. “Gerçek bir tehlikede iki tür tepki geliştiririz: duygusal kaygı patlaması ve koruyucu eylem” (Freud 1926d, s.198). Gerçek kaygı, tüm kaygıların psikosomatik numunesidir. İnsani kaygılara dair derin bir anlayış geliştirebilmek için, biyolojik temelli benliği koruma kavramının psikososyal boyutlarını da içerecek şekilde genişletilmesi gerekmektedir. Kaygıdan dolayı delirme korkusu, bir diğer adıyla Psikotofobi, psikososyal benliği korumanın/hayatta tutmanın kaybıyla ilgilidir (Hoffmann 2000).

(İnsan yavrusunun) yedinci ayında başlayan yabancı ve ayrılık kaygısı, Freud tarafından, dürtü kuramıyla açıklanır: “Yalnızlık ve yabancı bir yüz, güvenilir (tanıdık) anneye duyulan özlemi uyandırır; çocuk, (bu durumda) bu libidinöz uyarımı yönetemez (…) ve onu kaygıya dönüştürür (1933a, s. 89). Bir tehlikenin işareti olarak biyolojik temelli kaygı duygulanımı, Freud’un argümantasyonunda bağımsızlığını kaybeder ve Freud tarafından dürtü psikolojisiyle açıklanır: Tasavvur, ona bağlanmış olan libido yekününden/tutarından ayrılır: “Duygulanım tutarı, saldırganlık ya da libido olup olmadığına bağlı olmaksızın, düzenli şekilde kaygıya dönüşür (1940a, s. 90). Bu dönüşüm hipotezi, günümüzde lehine sonuçlandığına inandığımız Bowlby’nin (1969, 1973) hipoteziyle aykırılıklar içermektedir (Dornes 1997, 2006). Çocuklarda ve yetişkinlerdeki nevrotik kaygıların, iki cepheli bir savaşta ortaya çıktığı ve bilinç-dışı nedenler yüzünden devamlılık içerdiği klinik deneyimlerle sabittir. Freud’un, ölümünden sonra ortaya çıkan bir taslakta, kaygı kuramına dair son sözleri kayda değerdir: “Ego/Ben, iki cephede savaşmaktadır; kendisini, yok etmekle tehdit eden bir dış dünyaya ve tamamen talepkâr bir iç dünyaya karşı var edebilmek için savunmak zorundadır. Her iki dünyaya karşı olan savunmasında benzer yöntemlere başvurur, ama içsel düşmanlara karşı savunması özellikle yetersiz kalmaktadır. Kökensel kimliğin ve daha sonraki derin ve yoğun yaşamsal birlikte yaşamanın bir sonucu olarak, içsel tehlikelerden kaçmak zordur. Geçici olarak bastırılabilseler bile, tehditler olarak kalmaya devam ederler” (1940a, s. 130). Bu içsel tehlikeler kaygı ataklarında ve somatoform bozukluklarında dramatik olarak yaşantılanırlar. Kısaca nevrotik kaygı, egonun, içinden yükselen tehlikeler karşısında başarısızlığa uğramasıyla ilgili bir kaçma girişimi olduğu söylenebilir, çünkü ego, kendisinden kaçamamaktadır.

Fenomenolojik bakış açısından hareketle, kaygı, sevinç, hüzün, öfke, iğrenme ve şaşkınlık gibi temel insani duygular niteliksel bir bağımsızlığa sahiptirler (Krause 1998, Ploog 1999, Shapiro ve Emde 1992, Thomae ve Kaechele 2006). Duygular, deneyimler/yaşantılar bağlamında incelendiğinde, dürtü niteliği de oyuna dahil olur. Bu bağlamda, klinik jargonda, “iki cephede savaşta” ve içerisi ve dışarısı arasındaki ilişkide biyolojik ve psikososyal hayatta kalma etrafında dönen savaşta tetiklenen bir “dürtü kaygısından” söz edilebilir. 

SADECE HASET Mİ? KURAMA DAYALI İNDİRGEMECİLİĞE KARŞI

Haset, özellikle bilinç-dışı haset, birçok ruhsal bozukluğun psikodinamiğinde sıklıkla karşılaşılan ve güçlü bir bileşendir. Bu noktada, Melanie Klein, haset konusuna ısrarlı vurgusuyla farklı eğilimlere sahip birçok psikanalisti konuya duyarlı hale getirmiştir. Bununla birlikte, haset, narsisizmle bağlantılı saldırganlığın bir formudur ve birincil işlevi, kendini başkalarıyla kıyaslama yoluyla benliği/egoyu aşağılanmaktan korumaktır. Muhtemelen Helen Schönhals’ın kabul ettiği gibi, patolojik olarak kabul edilebilir ve bazı açılardan olumsuz bir terapötik tepkiler açığa çıkarabilir. Ancak, kaygı nevrozunun psikodinamiğinde sadece haset değil, ama aynı zamanda, saldırgan uyarımların diğer formları ve doğrudan ya da dolaylı, bilinçli ya da bilinç-dışı niyetler de nadir olmayacak şekilde yer alır. Bu arada, aramızdan birinin editörlüğünü yaptığı kaygı nevrozu üzerine o zamanki yayında (1984), Schönhals’ın bir çalışması yanında, yazarın günümüzdeki görüşüyle de karşılaştırdığı Markert’in bir makalesini de içeriyordu ve Markert bu makalede, kaygı nevrozunda saldırganlığın önemine özellikle dikkatimizi çekmekteydi.

O zamandan bu yana, yani son 22 yılda, birkaç düzine kaygı nevrozundan muzdarip hastayla yoğun şekilde çalışma fırsatına sahip oldum ve yanı sıra da birçok yeni bakış açıları arasında, saldırganlığın, gerçekten de kaygı nevrozunun psikodinamiğinde önemli bir katkı payı olduğunu tespit ettim. Kaygı nevrotikleri, kendilerine bağımlı oldukları nesneyi yok edebileceklerinden bilinç-dışı bir şekilde korkarlar. Özellikle, kaygı ve nesneyi yok etmek arasındaki bağlantıyı etkileyici bir şekilde, izleyen satırlarda sunduğum vakada deneyimledim: Sık sık kaygı atakları (bu atakları günümüzde panik atak olarak niteleyebiliriz) geçiren 30’lu yaşlarındaki bir kadın öğretmen bana geldiğinde yaklaşık 6 yıldır çeşitli analitik, dinamik ve davranışçı terapi yöntemlerini ardında bırakmıştı. Semptomlarında azalma olmamıştı. Hastamla bir yıl boyunca psikodinamik yönelimli bir terapi yöntemiyle çalıştım ve bir ilerleme kaydedemedik. Bu nedenle, hastam, benim tarafımdan yönetilen grup terapisine katılmaya karar verdi. Grup üyeleriyle kaynaştı ve o ana kadar idealize edilmiş olan tüm analistlere karşı saldırgan impulslar ve fantaziler geliştirmeye başladı. Birden dramatik bir değişim meydana geldi. Bir grup seansında, hasta, çok öfkelendi, yüzü kızardı ve aniden ayağa kalkıp seans odasını terk etti. Ardında kalan şaşkın grup üyeleri ve terapist, hastanın yokluğunda onun bu davranışını anlamaya çalıştılar. Neyseki grup uzun süre spekülasyon yapmak zorunda kalmadılar. On dakika sonra hasta kapıyı çaldı ve içeri girip oturdu. Beş dakika sonra ise ne olduğu üzerine konuşabilecek hale gelmişti: Birden grup terapistine çok öfkelenmişti ve bu duyguya daha fazla dayanamamıştı. Dışarıda, koridorda ayakta dururken şöyle düşünmüştü: “Onun boynunu kırabilirim!”.

Olanlar hakkında birkaç dakika daha konuştuktan ve hem terapist hem de grup tarafından anlaşıldığını hissettikten sonra, grup oturumu devam edebildi. Şaşırtıcı gerçek şu ki, hasta, o andan itibaren panik ataklarını kaybetti! Onun durumunda, idealize edilmiş ve güvenlik sunan nesneye en azından bir kez saldırmaya cesaret edebilmesi, tabiri caizse, bu nesne olmadan yaşayıp ölmeme riskini göze alması çok önemliydi. Sekiz yıldan fazladır var olan bir bozukluk aniden ortadan kayboldu. Ne öncesinde ne de sonrasında saptanmış olan bir haset sorunsalına dair hiçbir işaret yoktu.

Başka bir hasta, yazın, annesi yanında otururken arabadaki klimayı (soğuk hava yerine sıcak havayı) açtığında ilk panik atağını geçirdi ve aniden artık nefes alamayacağını ve yakında öleceğini düşündü. Annesiyle ilişkisi güçlü bir ikircilik (ambivalenz) içeriyordu. Babasını oldukça erken kaybetmişti ve annesini aşırı boğucu şekilde sahiplenici olarak deneyimlemişti ve bu, tipik olarak birçok vakada görüldüğü gibi, bir bağımlılık halindeydi. Annesinden uzun süre ayrı kalamıyordu. Uzun bir analitik terapi sürecinde, anneye yönelik temel bir bilinç-dışı haset dürtüsü görülmemişti.

Benim, mesleğimdeki erken dönem ve en etkileyici deneyimlerim arasında, 1950’lerin başlarında hatalı hipertroid tanısıyla Heidelberg Psikosomatik Kliniği’ne yatırılan kaygı nevrozlu hastalarla yaptığım psikanalitik terapiler de var. O zaman bile, bu hastaları, psikonevrozlar olarak ve yüzer gezer kaygılarını da erken dönem yönetilememiş çocukluk kaygılarının “yeniden aktif hale getirilmesi” olarak anlamıştık. Yani, bu kaygıları, Freud bağlamındaki bakış açısıyla, “fizyolojik” nedenleri olan güncel nevrozlar olarak görmedik. Von Kries (1957), bu konu üzerine bir doktora tezi yazdı. Ben de hipertroid üzerine bir psikosomatik monografi yazmayı denedim, ancak tamamlayamadım, çünkü hastalar kaygı nevrozundan muzdariptiler.

Benim için unutulmaz olan bir vaka, tamamen iyileşmiş olan ağır bir kaygı nevrozu olan hastaydı. Kendisiyle toplamda 181 analitik seans yapmıştık. 84. Seansımızda, analitik tekniği uygulamadaki güvensizliğimin bir ifadesi olarak sessizliğime karşı saldırgan patlamalar içeren dramatik bir katarsis yaşandı: “(Kadın) hasta giderek daha da huzursuzlanıyordu ve birden şöyle dedi: Neden bir şey söylemiyorsunuz? Şiddetli bir kızgınlık durumu ortaya çıktı. Divanda oturma pozisyonuna geçti: Beni hipnotize etmek istiyorsunuz, bunu açıkça hissediyorum. Kaygım giderek artıyor, her şeyi yeniden yeniden yaşıyorum. O tecavüz sahnelerini, dolantin iğnelerini. Artık kendimi zorlamayacağım. Sonrasında sanki kendinden dışarıya taşmış şekilde: Kendimi tanıyamıyorum artık, çok kızgınım. Sana bir tokat atabilirim, seni dışarı atmak istiyorum. Aman Tanrım ne diyorum ben! – Bu sırada eliyle ağzını kapatıyor- Pişmanlığımdan kaygılanıyorum. -Ama küfretmeye devam ediyor- Hiçbir şey yapamıyorum. İçimde öfke oturuyor. Böylesi bir öfkeyi daha önce hiç yaşamadım. Nasıl başa çıkacağım bu öfkeyle ben? Amannnn, umurumda değil şu anda. Duvardaki sivrisinek beni kızdırıyor. Öyle işte, aynen öyle, babamın anneme küfrettiği zamanlardaki gibi. Ama benim için bu şu anda o kadar kolay ki! Artık başım ağrımıyor. Her şey geçti! Kalp çarpıntılarım bile!” (s. 260).

İlk kaygı atağını, bütünsel bir psikosomatik tepki olarak kanıtlamak genellikle başarısızlığa uğrar. Ancak, İna B., bu ilk atağını gün be gün hatırlıyordu. 28.01.1950’de ateş ve kolik nedeniyle hastaneye getirilmişti. Kendisine yapılan bir Dolantin iğnesiyle birlikte ilk ciddi kalp krizini geçirmişti. İğne yapılırken bayılır gibi oldu, ruhu bedenden çıkıyordu. Nefes alamıyor ve hiçbir şey görmüyordu. Tüm kanı kalbine doğru çekiliyor gibiydi. Nabzı hızlı atıyordu, dakikada yaklaşık 150 civarındaydı. Sonrasında, her on dakikada bir kusuyordu. Bu atak sırasında çevresinde bir sürü ölü görmüştü, özellikle alt karın bölgesi sebeplerinden ölmüş olan iki kadın vardı. Bunlardan biri, loğusalık döneminde olan bir kadındı. Diğeri ise, 17 yaşında karın tüberkülozundan ölmüştü. “O zamandan beri, özellikle, kalp krizinden korkuyorum. Artık hayatta kalacağımı sanmıyorum. Annem, beni eve götürmüştü, yaklaşık bir hafta evde kaldım. Sonrasında ağır bir anjin geçirdim. 10. 05’te hastaneye kabul edildim. 02.06’da safra kesemden altı tane taş aldılar. O zamandan bu yana kalp çarpıntılarıyla dolu ağır kaygı durumları yaşıyorum” (Thomae 1978, s. 260).

Özetle, bu vakaya dair şunlar söylenebilir: Hasta, reaksiyon oluşturmaları ile doluydu. (Ölen) her iki kadın için hissettiği kaygı (nesne kaybı ve benlik/ego kaybı), hamileliği ve korkulan ölümcül sonuçlarıyla kendisini özdeşleştirdiği kız kardeşine karşı ölüm arzularıyla bağlantılıydı. Psikanalitik tedavinin sonunda, hasta şöyle dedi: “Rolümü gerçekten o kadar iyi oynadım ki, sanki bu bir teatral rol değildi de gerçekmiş gibi geldi”. Ve: “Tövbekarın cübbesinde haset ve kıskançlık taşıyordum”. Reaksiyon oluşumuna dair bu keşif, henüz tecrübeli bir terapist olmayan beni çok etkiledi.

EKOLLERİN TERAPİ SÜREÇLERİ ÜZERİNE İYATROJENİK ETKİLERİ

Yalnızca aktarımdaki haset duygularının gözlemlenmesine dayandırılabilecek olan kaygı ataklarının psikogenezindeki indirgemecilikten daha da ciddi olanı, Schönhals’in nevrotik kaygılar kuramı ve bundan türetilen tedavi tekniği hakkındaki kuşkularımızdır. Schönhals tarafından yürütülen uzun ve sık frekanslı bir analizden elde edilen veriler, onun tedavi tekniği hakkında anlamlı bir tartışmaya izin vermemektedir. Ancak, mutsuzluk ve depresyon nedeniyle beş yıllık bir analizden sonra (yani yaklaşık 850 seanslık analiz) hastanın kaygı nevrozu semptomları geliştirmesi dikkat çekicidir. Bir analizin “faydalı etkisinin” karşıtı meydana gelirse, yani iyileşme veya iyileşme yerine yeni bir semptom ortaya çıkarsa, en azından onun “güncel oluşumu” üzerinde bir konum üstlenilmelidir. Freud’un bağlantı tezine göre, analitik bir terapi yürüten analistin olumsuz terapötik tepkilerin ortaya çıkışı üzerine tüm bilgileri toplayabilmesi zorunluluktur. Sistemin kendi içinden gelen, yani ekole özgü çıkmazlara ya da kötüleşmelere özellikle dikkat edilmesini öneririz (Rosenfeld 1987). Bu bağlamda, kişisel karşı-aktarımların yanı sıra ekole bağlı kuramsal ön-kabullerin, terapi karşıtı karşı-aktarımlara yol açtığının ancak çok yakın zamanlarda düşünülmüş olması da şaşırtıcıdır (Purcell 2004). Görünüşte, söz konusu vakada kronik negatif terapötik bir reaksiyon vardı. Çünkü Schönhals tarafından aktarılan vinyetler, analizin dokuzuncu yılından, yani yaklaşık 1500 seanstan sonra gelmektedir. Aktarımdaki yıkıcı haset üzerine birkaç saatlik alıntılar bildiriliyor. Analizin sonraki gidişatı ve sonucu üzerine yorum yapılmıyor. Schönhals’ın, şükran anlamındaki olumlu aktarımlar yeterince konu edinilmeksizin tek taraflı olarak haset sorununu analizin merkezine yerleştirdiğini düşünüyoruz. Bilindiği üzere, M. Klein, ünlü monografisine “Haset ve Şükran” adını verdi. Analist, eleştirilerinin mantıklılığına açık olduklarında birçok hastanın özellikle şükran duyduklarını görüyoruz (Gill 1982). Dolayısıyla, Schönhals’ın haset yorumlarında şükranın bu yönünün ihmal edilmiş olabileceğini düşünüyoruz.

Şimdi, Schönhals’in, Freud’un kaygı kuramının eksik revizyonunu devraldığı ve onu Bion’un terminolojisine çevirdiği iddiamıza geliyoruz. Bizim eleştirimiz, kaygı nevrozunun bilinç-dışı haset sorunsalına indirgenmesinin önemli ölçüde ötesine geçer. Schönhals’in sunumu, Freud’un birinci ve ikinci kaygı kuramı arasındaki çözülmemiş problemlerin, kleincı ekolde bugün kadar varlığını sürdürdüğünü ve Bion’un nevrotik kaygıya dair psikanalitik kurama katkılarıyla da daha da güçlendiğini/kötüleştiğini gösteriyor. Bizim fikrimize göre, Freud tarafından tanımlanan kaygı atağı, bilinç-dışı ruhsal koşulların ilk ortaya çıktıkları anlar her vakada kanıtlamasalar bile, birincil psikosomatik olaydır. (O anda) yaşantılanan çaresizlik (duygusu), bir travma olarak etkide bulunur ve bir döngü oluşur. (Bilişsel-davranışçı terapiler, bu kısır döngüyü kırmaya odaklanır. Fobiklerin, in vivo olarak kaygı durumlarıyla yüzleştirilmeleri gerektiği, Freud tarafından iki kez ifade edilmiştir (1910d, s. 108 ve 1919a, s. 191) ve bu ifadeyi davranışçı maruz bırakma terapisi sahiplenmiştir (Thomae 2001 ve Hoffmann 2002)). Nevrotik kaygıların daha derin koşullarının aydınlığa kavuşturulması, psikanalizde, semptomların güncel oluşumlarında varlıklarını sürdürdükleri koşulların ihmal edilmesine yol açmıştır. DSM’de kaygı sendromları altında sınıflandırılan daha yakın tarihli psikanalitik araştırmalarda, özellikle terapiyi optimize eden semptomların seyrinde ve konsolidasyonunda güncel oluşum oranı tamamen dikkate alınır (Hoffmann 1994, 1999; Milrod 1995; Milrod ve ark. 1997; Thomae 1995; Thomae ve Kaechele 2006).

Ulm ders kitabında ve Mentzos’un (1984) yayınında yer aldığı şekliyle modern psikanalizde, günce oluşumlar tamamen hesaba katılmıştır. Bu yayınlardan bir örnek: “Her kronikleşen kaygı atağını, özneler arası süreçler olarak bir kısır döngü takip eder. Kişinin kendisi için ve kendisinden duyduğu kaygı, her zaman aynı zamanda “önemli/anlamı ötekiler için” (G. H. Mead) ve “önemli/anlamlı ötekilerden” (Thomae vce Kaechele 2006, B. 2, s. 366) kaynaklı hissettiği kaygıdır. Tehlikeli durumlarda, Freud’un şu sözlerle tanımladığı bir risk değerlendirmesi vardır: “Gücümüzün, büyüklüğüne göre değerlendirilmesi” (1926d, s. 199), yani tehlikenin büyüklüğüne göre. Yenilgilerin tekrarı, artık sözkonusu olan dürtü tehlikesine göre kaygıyı arttıran bloke edilmiş bilinç-dışı saldırganlığı uyarır. Bu kısır döngünün kesintiye uğraması terapötik açıdan temeldir/aslidir.

Schönhals, sadece Bion’a değil, aynı zamanda Britton (1989), Rey (1979) ve Steiner (1987) gibi çağdaş İngiliz Kleincıları temsil eder ve onların Plaenkers (2003) tarafından kabulüne atıfta bulunur. Psikanalitik literatürde, isimler, sıklıkla gerçeğin taşıyıcıları haline gelirler; böylece ekole bağlı alıntılar, isim yok edici (ya da var kılıcı) hale gelirler. Her şey tutarlı şekilde Freud’un “bir dürtü enerjisinin doğrudan fizyolojik bir kaygı durumuna dönüştürüldüğü (…) ve klinik olarak gözlemlenen olguya çok yakın olduğu” (Schönhals 2006, s. 208) nosyonunun kabulünden çıkıyor gibi görünüyor. Hem Freud’un kuramında hem de Bion’un terminolojisinde ve bunun, Plaenkers tarafından yeniden verilmesinde bu tür dönüşüm süreçlerinden şüphe duyuyoruz: “Plaenkers (2003), Bion’un kapsayan-kapsanan modelinin ve onun alfa işlevini kavramsallaştırmasının, Freud’un ilk kaygı kuramındaki enerji modeline bağlantılandırılabileceğine ve buradan devamla işlenebileceğine işaret etmiştir. Alfa işlevine denk düşen şey, Freud’un kavramsallaştırmasındaki ruhsallıkta sıkışan dürtü enerjisinin Bion’un kuramındaki birikmiş beta ögelerine karşılık geldiğini tasavvur etmek kolay ve yararlı olacaktır. Biriken libidonun kendisi değildir, ancak, klinik tablo bir şeyin biriktiğini ve fiziksel bir uyarılma durumuna dönüştüğünü gösterir. Bu dolayısıyla, Bion’un beta ögeleri, “sindirilmemiş gerçekler” dediği şeydir (Bion 1962b, s. 53). Schönhals, ayrıca, Bion’un kuramının devamında, beta ögelerinin psikosomatik semptomlar şeklinde de boşaltılabileceğine inanan Britton’a atıfta bulunur.

Bion’un metaforları üzerinde tartışmanın anlamsız olduğu fikrinde olduğumuzdan tartışmayı daha ileriye taşımaktan burada kaçınıyoruz. Bize göre, Hinshelwood, Bion’un kavramlarının, gerçeklikle ilişkisi açık uçlu olduğundan matematiksel aksiyonlar olarak kavranması gerektiğini doğru bir şekilde dile getirmiştir. Tamamen öznel metaforik uygulamanın her formu için uygundurlar. Bununla benzer şekilde, belirleyici bir diagnostik kriter olarak karşı-aktarımın tahta çıkması da böyledir (Schmithüsen 2004, s. 294). Bununla, her bir rasyonel vaka tartışmasının başlamadan bittiği anlamına gelir. Sınırsız psikanalitik çoğulculukların çağında, herkes alfa ve beta ögelerini farklı tasavvur edebilir/düşünebilir. Aynı zamanda, Bion’un tüm psödo-matematik formülleri arasında bir ortaklık da bulunabilir. Bu fikrin yardımıyla, Bion’un fikirlerinden hiç de azımsanamayacak sayıda analistin coşkuya kapıldığını görebiliyoruz.

Melanie Klein’ın, psikanalizin, özellikle de “içselleştirilmiş nesneler” kavramının gelişimindeki büyük önemi tartışılamaz. Bununla birlikte, çağdaş Kleincı ekolde bile klinik kuramın varsayımsal ölüm dürtüsünden ne ölçüde etkilenmeye devam ettiği belirsizdir. Örneğin, Plaenkers, sadist fantazileri ölüm dürtüsünün dışa vurumları ve kaygının birincil kaynağı olarak onaylayarak alıntı yapar (Plaenkers 2003, s. 407). Bize göre, Schönhals psikotik ve nevrotik kaygılar arasında çarpıcı benzerlikten söz ederken (s. 212) ve Plaenkers’ın (2003) psikotik nesne ilişkilerini büyük bir nevrotik kaygı grubuyla ilişkilendirmesi (s. 507) tamamen yanlıştır. Yorumlama-temeli bunun için zayıf ve rekabete dayalı, klinik olarak daha iyi ve daha geniş çapta desteklenen terimler mevcut olsa da kavramlar doğrulanmış olarak sunulduğunda düşünülebilir olmaktan daha fazlası haline gelir. Kendi ekolüne indirgenmiş böyle bir psikanaliz de bize çağına uygun görünmüyor, çünkü modern biçimiyle psikanaliz hem içe hem dışa açılma sürecinde. Disiplinler-arası köprülerin kurulduğu bir zamanda, psikanaliz tek bir ekolün doğrulanmamış ve (kısmen de doğrulanamaz) “bilgisine atıfta bulunduğunda, güvenilirliğimizi kaybederiz. İPA içindeki çoğulculuk, Eizirik’in  (2006) İPA başkanı olarak yaptığı açılış konuşmasındaki çağrısında olduğu gibi “hakiki çelişkileri” (Bernardi 2002) vazgeçilmez kılmaktadır. Buna eleştirilerimizle katkıda bulunmak isteriz.

HELEN SCHÖNHALS’IN BU MAKALEYE YANITI

Stavros Mentzos ve Helmut Thomae’ya katkıları ve daha fazla tartışmayı teşvik ettikleri için müteşekkirim. Yazarlar, makalemle, kaygı nevrozunun kapsamlı bir etiyolojik açıklamasını vermek istediğim izlenimini edindilerse, çok üzgümüm. Ancak, başlığın gerçekten de bu izlenimi oluşturabileceği ve düzeltilmesi gerektiği üzerinde durmak istiyorum. Bununla birlikte, tüm kaygı nevrozlarının belirleyicisinin haset olduğunu beyan etmediğim, söylediklerimden açıkça anlaşılabilirdi. Vardığım sonuç oldukça temkinli: “Söz konusu olan her zaman haset duyguları değildir (…) Çoğu zaman da utanç, suçluluk ve her şeyden önce de derin bir hüzün duygusuydu” (s. 205); ya da: “bugün, bir hastayı kaygı nevrozuyla tedavi edersem, en azından, eksik kapsanmadan kaynaklanan mevcut bir haset sorununun olasılığını da düşünürüm (s. 215). Freud’un bugüne kadar çözülmemiş sorunları gündeme getiren iki kaygı kuramı eleştirisine katılıyorum. Ne yazık ki, Klein’ın yönelimine yönelik daha fazla eleştirinin kendisi önyargıyla yüklü görünüyor!